Kilometrelerce süren bir yolculuk küçük bir adımla başlar, demiş bir düşünür. Bu sözün manasını idrak etmede biz engellilerin üstüne var mıdır bilmiyorum. Elimizde beyaz bastonumuz olduğu halde dışarıya attığımız ilk adım, yalnız başımıza çıktığımız ilk seyahat, okulumuzda, işimizde ilk günümüz...
Başkaları için belki hatırlamaya bile değmeyecek bu gibi şeyler bizim hatıralarımızın en mümtaz köşesini işgal etmiştir hep. Çünkü şu an elimizde beyaz bastonumuzla tüm fiziksel engellere rağmen sokaklarda özgürce yürüyebiliyorsak, istediğimiz zaman istediğimiz yere özgürce seyahat edebiliyorsak pek azımız müstesna çoğumuz şu an bulunduğumuz bu noktaya fiziksel, ruhsal, toplumsal birçok engeli aşarak gelmişizdir. Bu gibi şeylerle alakalı hemen hepimizin ayrı bir hikâyesi vardır mutlaka. Bu ister beyaz bastonla atılan birkaç adım, ister tekerlekli sandalyeyle gidilen birkaç metre olsun bizi bağımsız hayata yaklaştıran her ilkin ehemmiyeti büyüktür bizim için.
Meseleye görme engelliler açısından bakacak olursak hepimizin bildiği gibi biz görme engellileri ömür boyu başkasına bağımlı insanlar olmaktan kurtarıp sadece aynı işi farklı yöntemlerle yapan insanlar haline getiren 3 B ile karşılaşıyoruz. Beyaz baston ve braille alfabesinden sonra hayatımıza giren ve hayatımızı baştan aşağıya değiştiren, Engin Yılmaz’ın 13.05.2010 tarihinde “Bilişim ve Engelliler” başlığı altında kaleme aldığı ve görme engellinin bilgisayar kullanmasını gerektiren 4 temel nedeni, “eşitlik, bilgiye erişim, istihdam, ufkun ötesine geçmek” olarak sıraladığı yazısında da belirttiği gibi, bizi ufkun ötesine geçiren bilgisayar hayatımıza gireli 30 seneye yaklaşıyor. Ekran okuyucuların demo sürümlerinin bile 50 dolara satıldığı günlerden küçük bir flaş diske yüklenebilen NVDA benzeri taşınabilir özelliği bulunan ekran okuyucular yardımıyla herhangi bir internet kafedeki alelade bir bilgisayarda bile işlerimizi kolayca halledebildiğimiz günlere gelene kadar ne ilkler yaşanmış; ne zorluklar aşılmıştır Allah bilir. Bu zorlukların aşılmasında başta ilk bilgisayar kullanan körler olmak üzere herkesin kendi tecrübesi kadar bir katkısı vardır kuşkusuz.
İlk bilgisayar kullanan kör kimdi, körler bilgisayarın bağımsız hayata giden yolda işlerini efsanevi bir şekilde kolaylaştıracağının farkına ne zaman vardılar, bunu Türkiye’ye ilk kim getirdi, körler o günün koşullarında bilgisayarı işlevsel olarak kullanmaya nasıl karar verdiler, bu süreçte “Bilgisayarı biz bile kullanamıyoruz, siz nasıl kullanacaksınız?” gibi ön yargılı yaklaşımlarla karşılaştılar mı, eğer karşılaştılarsa bununla nasıl mücadele ettiler? gibi soruların cevaplarını hep merak etmişimdir. Fakat maalesef gerek internette, gerek görme engellilerin kalem oynattıkları sesli dergilerde bu sürece dair dişe dokunur bir şey bulunmuyor. Bu yazıyı hazırlamak için bilgisayarın başına geçtiğimde internette yaptığım araştırmalar neticesinde Engin Yılmaz’ın mezkûr yazısından başka, meseleyi kendi tecrübeleriyle bilişimin körlük tarihindeki gelişim süreci ve sakat hareketindeki yeri ve önemini harmanlayarak ele alan bir çalışmaya rastlayamadım maalesef. Ben de bu noktadan hareketle bilgisayarı kendi yaşanmışlığımın penceresinden ele almaya karar verdim. Dergiye yolladığım ilk yazının heyecanıyla sürçü lisan edersem şimdiden affola.
Küçük yaşlarımdan beri konuşan bilgisayarlar bulunduğunun ve körlerin de bilgisayar kullanabildiklerinin bilincindeydim. Üstelik bilgisayarların konuşması bana hiç ilginç gelmiyordu. Çünkü o günlerde benim için ilginç olan şey bilgisayar denilen aletin bizzat kendisiydi. İlginç olan o güne dek açılamayan kapıların kendisiyle açıldığı, imkânsız denilen işlerin kendisiyle kolayca halledilebildiği bu aletin konuşması değil konuşmamasıydı herhalde. Hem ayrıca kendilerini küçük birer bilgisayar kabul edebileceğimiz konuşan saatler de ilkokula başladığım zamandan beri çevremdeki körler arasında bir hayli yaygındı. Bu yüzden konuşan bilgisayar öteden beri hayatımızda hep varmış gibi geldi bana. Gün geldi o zaman ilkokulu okumakta olduğum körler derneğinde de bir bilgisayar kursu açıldı. Ancak o tarihte yaşım tutmadığı için benim bu kursa katılmam imkânsızdı. Hatta değil kursa katılmak bilgisayar odasının kapısının önünden geçmek bile hayaldi. Uzaktan uzağa ekran okuyucunun sesini dinler, kursa katılma hakkı kazanan benden yaşça büyük ağabey ve ablaların kendi aralarında yaptıkları konuşmalardan bilgisayar hakkında bir fikir edinmeye çalışırdım. Nihayet kursun tatil olduğu bir gün o sırada bilgisayar odasında işi olan bir görevli nezaretinde o sihirli makinelerin bulunduğu odaya girebildim. Kursa katılmaya hak kazanan ağabey ve ablaların konuşmalarından bilgisayarda enter diye bir tuş olduğunu öğrendiğim için bilgisayar odasına girene kadar yanımdakileri bıktırırcasına enter tuşunun yerini sorup durmuştum. Ne var ki bilgisayar odasına girdiğimde bilgisayarla alakalı ilk öğrendiğim şey yine kursiyerlerden adını sıkça duyduğum bilgisayar kasasının kilitle açılıp kapanan bir kasa olmadığı gerçeği oldu.
Ortaokula geçtiğimde çeşitli sebeplerden dolayı okulumu değiştirmek zorunda kaldım. Bu arada yaşım da bilgisayar öğrenmeye uygun hale gelmişti. Okula başlar başlamaz yeni okulumla alakalı ilk sorduğum soru okulda bir bilgisayar kursu olup olmadığıydı. Bilgisayar bilgisinin dışarıdan kurs aldırma yöntemiyle değil de doğrudan ders olarak verildiğini öğrenince sevinçten havalara uçtum. Demek ben de sonunda o sihirli kutunun başına oturabilecektim. Gerçi bilgisayar kasasının anahtarla açılıp kapanan bir kasa, arama motorunun elektrik ya da benzinle çalışan bir motor olmadığını geç de olsa öğrenmiştim. Ama her şey daha yeni başlıyordu. Ve daha öğrenecek çok şey vardı. İlk bilgisayar hocam olan Ramazan Hoca’nın ilk ezberlettiği tuşlar hala aklımdadır. Escape, tırnak, sekme, büyük harf kilidi, shift, kontrol. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Bilgisayarda yazı yazma, bir klasörden diğerine dosya kopyalama, klasörden dosya silme, CD den bilgisayara dosya aktarma... Haftalık 2 saat bilgisayar dersimizin olduğu perşembe günlerini iple çeker olmuştum. Bunun bir nedeni her hafta bilgisayarla alakalı yeni bir şey öğrenmek olduğu kadar diğer bir nedeni de o yıllarda yatılı bir körler okulu öğrencisi olarak bilgisayar başına yalnızca o ders saatlerinde geçebiliyor olmamdı. Gel zaman git zaman ortaokul da bitti. Bu arada bilgisayar hocamız değişmiş; Ramazan Hoca’nın yerine aynı zamanda okulumuzun din kültürü hocası olan İbrahim Hoca gelmişti. Sene sonunda birkaç senedir babamın aklında bulunan bana bir bilgisayar alma fikri yeniden gündeme geldi. Hiç şüphesiz bunda benim o sene ortayı bitiriyor olmamın büyük payı vardı. Artık bir adım sonrası liseydi. Ve benim lisede bilgisayara daha fazla ihtiyacım olacaktı. Hemen bilgisayar hocamız İbrahim Hoca’yla konuşup bir anlaşma yaptık. Buna göre İbrahim Hoca ödemeyi kendi kredi kartından yapıp bilgisayarı kendi üzerine alacak, gerekli kurulumları yapacak, babam da parasını okul kapanınca beni eve götürmeye gelen ağabeyimle gönderecekti. Zaten o sırada kendi yeğenine de bir bilgisayar almaya karar vermiş olan İbrahim Hoca bu anlaşmayı kabul etti. Ve hem bana, hem yeğenine internet üzerinden birer bilgisayar sipariş etti. İlkokulu okuduğum körler derneğindeki bilgisayar odasının kapısının önünden bile destursuz geçemeyen benim gibi birisi için sırf kendine ait olan bir bilgisayara dokunacak olmak gerçekten de mühim bir hadiseydi.
Birkaç gün sonra bir kurye okula geldi. Ve kapıya 2 büyük koli bıraktı. O sırada okulda bulunan İbrahim Hoca kolileri alıp evine götürdü. Ertesi gün bilgisayarım gerekli kurulumlar yapılmış olarak okulumuzun bilgisayar odasında duruyordu. Geriye bir tek yaptığımız anlaşma gereği bilgisayarın parasının İbrahim Hoca’ya ödenmesi kalıyordu. O meseleyi de okulun bitmesi sebebiyle beni götürmeye gelen ağabeyim halletti. Ve bir zamanlar bilgisayar odasına bile bir görevli nezaretinde girebilen ben bir bilgisayar sahibiydim artık. Başka bir deyişle bu körler camiası için küçük, benim için çok büyük bir adımdı. Mesela kitap okumak için artık bir okuyucuya gerek kalmadığı için hayatımda okuyucunun bir işi çıktığı için yarım kalan kitaplar olmayacaktı. Bir yarışmaya göndermek istediğim şiirimi kabartma daktiloda yazdıktan sonra normal yazıya çektirmek için okulun kalem memurlarına ihtiyacım kalmayacaktı. Gerçi okul da bitmişti. Artık liseli sayılırdım. Ve lisede bilgisayarın en başta gelen yardımcım olacağından kuşkum yoktu.
İbrahim Hoca böbrek rahatsızlığı olduğu için haftanın 3 günü sabahları diyalize girerdi. Derste diyaliz merkezine giderken yanında bilgisayarını da götürdüğünü, diyalizde geçen vaktini bilgisayardan kitap okuyarak değerlendirdiğini bize ballandıra ballandıra anlatırdı. Artık İbrahim Hoca gibi vakitlerimi kitap okuyarak değerlendirme imkânına sahiptim. Bu arada İbrahim Hoca’dan bilgisayarın gerekli kurulumlarını yaptıktan sonra kendi arşivindeki kitapları benim bilgisayarıma kopyalamasını rica etmiştim. Daha önce TÜRGÖK’ten getirttiğim kitaplarla beraber taşınabilir kütüphanem bir hayli yekûn teşkil edeceğe benziyordu. Eve gider gitmez bilgisayarı açıp e-kütüphanemi düzenlemeye koyuldum. Sesli formattaki kitapları sesli kütüphane klasörüne, metin formatında olan kitapları yazılı kütüphane klasörüne, dini muhtevada olan eserleri dini kütüphane klasörüne yerleştirdim. Tüm bunları yaparken okulda öğrenmiş olduğum bilgisayarda klasör açma, bir klasörden diğerine dosya kopyalama, CD’den bilgisayara veri aktarma gibi bilgileri işlevsel olarak kullanma imkânı buldum. O senenin bütün yazını kitap okuyarak geçirdiğimi söylesem abartmış olmam herhalde. İle ilçeye, bağa, bahçeye... Nereye gidersem gideyim bilgisayarımı yanımdan eksik etmiyor, bulduğum ilk fırsatta o anda okumakta olduğum kitaba kaldığım yerden devam ediyordum.
Yaz sonuna doğru lise tercih sonuçları açıklanmıştı. Ben öğretmen lisesi kazanmış olmama rağmen o tarihte körler öğretmen okuluna gidemedikleri için bakanlık beni Erzurum’da bir liseye yerleştirdi. Gideceğim lise köyümüze yaklaşık 120 kilometre uzaktaydı. Kayıt için okula gittiğimde her zamanki gibi yanımda bilgisayarım vardı. Bilgisayarımı yanıma almamdaki asıl maksadım kör bir kaynaştırma öğrencisi olarak ilk defa gittiğim okulun öğretmen ve idarecilerinin benimle alakalı ön yargılarını izole etmekti. Nitekim okula vardığımızda “Nasıl okuyup yazıyorsun? Dersleri zamanında takip edebilecek misin?” gibi sorular soran müdür beye gören arkadaşlarımdan farklı yöntemler kullanarak da olsa okuyup yazabildiğimi, dolayısı ile arkadaşlarımla aynı anda dersleri takip etmekte herhangi bir sorun yaşayacağımı düşünmediğimi anlatmak için yaptığım mini sunum sırasında bu mülakat için önceden hazırlamış olduğum bilgisayarımı açıp orada bulunanlara yön tuşlarıyla masa üstünde gezinmekten ibaret birkaç numara gösterdim. Okula kabul edilmemde müdür beyin sorularına verdiğim cevaplardan ziyade bilgisayar kullanabildiğimi ima eden bu hareketim daha etkili oldu. İlk aldığımda okumanın ve yazmanın kapılarını bana ardına kadar açan bilgisayar şimdi de lisenin kapılarını açmıştı. Okula kayıt olduğum zamandan başladığım zamana kadar geçen 2 haftalık süreyi yine bilgisayarımda kitap okuyarak değerlendirmiştim. Okula başladıktan sonra da bilgisayarımı derslerde kullanmaya gayret ediyordum.
Ne olduysa o senenin ramazan bayramı tatilinde oldu. O sene ramazan okulların açılmasından 1 hafta öncesine denk geldiği için okullar açıldığının 2’nci haftası bayram tatiline girmişti. Tatil için köye gittiğimin ertesi günüydü. Her zamanki gibi kitap okumak için bilgisayarımı açtığımda Jaws’ın konuşmadığını fark ettim. Daha önce de buna benzer arızalar başıma gelmemiş değildi. Ama böylesi ilk defa oluyordu. Bu durumda neler yapabileceğimi gözden geçirdim. İlk aklıma gelen insert ctrl s tuş kombinasyonuyla Jaws’un ses sentezleyicisini değiştirmek oldu. Jaws’ın sentezleyicisini sapi5’ten elokuenceye aldığım zaman bilgisayar İngiliz aksanıyla gayet güzel konuşuyordu. Sentezleyiciyi tekrar sapi5’e çevirdiğim zaman bilgisayar eski haline geri dönüyordu. Sabahın erken saatleri olduğuna aldırmadan hemen İbrahim Hoca’yı aradım. İbrahim Hoca sanki benim telefon etmemi bekliyormuş gibi hemen konuya girdi. Ses tonundan ve açıklamalarından hocayı benden önce de arayanlar olduğu anlaşılıyordu. Demek benimle benzer durumda olan çok sayıda kişi vardı. Üstelik bu durumda bir süre elokoence sesiyle idare etmekten başka bir çare de görünmüyordu. Bu da benim için bilgisayar alanında sonu belirsiz bir buhran hali demekti. Yaklaşık 2 sene süren bu süreci anlatmak için eski Yunan mitolojisinde yer alan Sisifos metaforunu misal vermenin yerinde olacağı kanaatindeyim. Efsaneye göre Eski Yunan’da tanrılar bir günahından ötürü Sisifos’a bir ceza vermeyi düşünürler; verilecek cezanın ne olması gerektiği hakkında yaptıkları uzun tartışmalar neticesinde Sisifos için en iyi cezanın ömür boyu sürecek boş bir çaba olduğuna karar verirler. Büyük bir kaya hazırlanır. Sisifos kendisine verilen ceza uyarınca bu kayayı her sabah akşama kadar bir dağın doruğuna çıkarmakla mükelleftir. Sisifos’un sabahtan akşama kan ter içinde dağın doruğuna çıkardığı kaya akşamdan sabaha kendi ağırlığıyla yeniden aşağıya yuvarlanır. Bu durum Sisifos ölene kadar devam eder. Biz de tam manasıyla böyle bir fasit dairenin içine girmiştik. Bilgisayar konusunda yardım alabileceğimiz bir tek Erzurum’da faaliyet gösteren bir körler derneği vardı. Bir de benim kendi ilçem Artvin Yusufeli’nde bir bilgisayarcı tatil zamanlarında bize yardımcı olmaya çalışıyordu. Fakat okulum Erzurum’da olduğu için bilgisayara program kurdurmak için o körler derneğini tercih ediyordum. Bilgisayar en az ayda 2 kere o derneğe gidiyor, her seferinde sorunun giderildiği söylenerek geri gönderiliyordu. Ne var ki bilgisayarı açtığımda sorunun olduğu gibi devam ettiğini görüyordum. Yatılı kaldığım okulda tek başıma bir yere gitmeme izin verilmediği için bilgisayarı götürürken de getirirken de yanımda birisi olması gerekiyordu. Her zaman bu mümkün olmadığından bilgisayarın haftalarca dernekte kaldığı oluyordu. Bu yüzden bilgisayarımı gerek derslerde, gerek diğer işlerimde etkin olarak kullanmam mümkün olmuyordu. Meseleyi kökten çözmek için bilgisayara ekran okuyucu yazılım kurulurken bizzat nezaret etmeye karar verdim. Kaldığım yurttan yanımda velim olmadan çıkmama izin verilmediği için bilgisayarı derneğe götürürken yanımda bir akrabamın olması gerekiyordu. Ben de son çare olarak gelip beni okuldan alması için babama haber verdim. Babam canını hiçe sayıp kış mevsiminde geçilmesi son derece tehlikeli olan Artvin Erzurum kara yolunu kullanarak okula geldi. Bilgisayarı yanımıza alıp beraber derneğe gidip bilgisayarı ilgili personele teslim ettik. Bilgisayara format atıldı, virüsleri temizlendi ve nihayet jaws’ı kurmaya sıra geldi. Onları da başarılı bir şekilde kurup bilgisayarı bize teslim ettiler. Yurdun giriş saati geçmeden yurda dönmek zorundaydım. Aceleyle dernekten çıkıp yurda vardım. Heyecanla bilgisayarı açtım. Ama o da ne? Az evvel şakır şakır konuşan programdan eser yoktu. Jaws ise eskisi gibi elukuence sesiyle konuşmaya devam ediyordu. Delirmek işten değildi. Dernekteki personelin sabahtan akşama kadar verdiği emek, babamın okula gelip giderken gösterdiği emek hiçbir işe yaramamıştı. Ondan sonra program kurdurmak için bilgisayarımı o derneğe kaç sefer götürdüm bilmiyorum.
Lisenin ilk senesinin bitmesine yakın bilmem kaçıncı denemede bilgisayara Türkçe ses sentezleyicisi kurdurmayı başardım. Sonunda bilgisayarıma Türkçe ses sentezleyicisi kurdurmayı başarmış olmak lise 2’ye geçerken bana ilaç gibi geldi. Artık eskisi gibi bilgisayarda kitap okuyabiliyor, derslerde bilgisayarda not tutabiliyordum. Her şey tam rayına oturdu derken sınıftaki arkadaşlardan biri bilgisayarımı masanın üstünden düşürdü. Düşme sonucu meydana gelen çatlak zamanla büyüdü. Ve bilgisayar kullanılamaz hale geldi. Tam da son imtihanların yapıldığı döneme rastlayan bu hadise bütün çalışma sistemimi alt üst etmişti. Bizimkiler nereden para bulsak da şu oğlana bilgisayar alsak diye kara kara düşünürken ablam devreye girdi. Ve bana bir bilgisayar hediye etti. Etti etmesine ya bilgisayarım yeni olduğundan dolayı bilgisayara Jaws ile beraber Türkçe ses sentezleyici kurma meselesi yeniden gündeme geldi. Yani anlayacağınız meşhur Yunan mitolojisi kahramanı Sisifos’un kayası yeniden dağdan aşağıya yuvarlanmıştı. Yalnız bu sefer bu meseleyi kökünden çözmeye kararlıydım. Hemen çareler araştırmaya başladım. Lisanslısını satın almak kalıcı bir çözüm olabilirdi. Peki, bu lisansları kim dağıtıyordu? Postayla mı yolluyorlardı? Kaç paraydı? Lisanslı yazılımı satın aldıktan sonra kurmak için köye gelirler miydi? Ya köye gelip beni bulamazlarsa? Ya gönderdikleri lisans CD’si postada kaybolursa... Hem ben henüz 18 yaşından küçüktüm. Bu lisansları satın almak için bir yaş sınırı var mıydı? Hem ayrıca lisanslı ses sentezleyicisi satın almanın meseleye bir çözüm getireceğinin garantisi de yoktu. Benim lisanslı ses sentezleyicisi satın almak hususundaki tereddütlerimin esas sebebi hala erişilebilir, sürekli bir internet bağlantım olmayışıydı. Liseye devam ettiğim 2008-2012 seneleri arasında internete girebildiğim vakitler senede 4 saati geçmediğinden internetten alışveriş yapmak, hele bir yazılım lisansı satın almak sonu belli olmayan tehlikeli bir macera gibi geliyordu. Bu meseleyi o gün içinde bulunduğum şartlara uygun bir şekilde çözmem gerekiyordu. Erzurum’da katıldığım bir 3 Aralık etkinliğinde tanıştığım bir genç bana bilgisayarı yıllardır Jaws’un İngilizce sesi ile yıllardır bilgisayar kullandığından, hatta bu sesle kitap okuya bildiğinden söz etmişti. Bazı ufak tefek işlerde bu sesi kullanmıştım. Gelgelelim İngilizce konuşan sesle Türkçe kitap okuma fikri bir türlü aklıma yatmıyordu. Ama bunu denemekten başka bir çarem olmadığı da meydandaydı.
Bir gün herkesin etüt için etüt odasına gittiği bir sırada Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi adlı romanını Jaws’un İngilizce konuşan sesi ile okumaya başladım. İlk başlarda kitaptan günde 20 sayfa okuyor, daha sonra okuduklarımı anlayıp anlamadığımı zihnimde değerlendiriyordum. Bu bir müddet böyle devam etti. Kulaklarım Jaws’ın İngilizce konuşan sesinin Türkçe kelimeleri telaffuz ediş şekline iyiden iyiye alışıyordu. Hala İngilizce Jaws ile Türkçe kitap okunabileceğine aklım yatmadığı için bilinçli olarak bir süre roman, hikâye, hatırat gibi türlerle sınırlı olan kitap okuma serüvenim Jaws’ın İngilizce konuşan sesine alışmamla beraber fikri muhtevadaki eserlerle yeni bir boyut kazandı. Artık bilgisayarı Türkçe ses sentezleyicisi olmadan da kullanabiliyor olmak okul hayatımı da olumlu yönde etkilemişti. Artık ders notlarını tamamen bilgisayar ortamında alıyor, imtihanlara bilgisayar ortamında hazırlanıyordum. Ancak kendi dilimde yazılmış bir kitabı kendi dilimde okuma özlemim hala devam ediyordu. Bir ara elime geçen bir anlatım setinden bulduğum windowayz programının Türkçe demo sürümünü kurdumsa da kullanmayı beceremeyip geri kaldırdım. Artık Jaws’ın İngilizce konuşan sesi ile de bilgisayar kullanmayı öğrendiğim için Türkçe ses sentezleyiciler hususunda yaşadığım fiyaskolar beni eskisi gibi yaralamıyordu. Son bir hamle olarak bilgisayara başka bir Türkçe ses sentezleyici kurdum. Bu ses sentezleyicisinin de öbürleri gibi bir süre sonra bozulacağını tahmin ediyordum. Ne var ki kurulduğunun üzerinden 2 ay geçmiş olmasına rağmen sentezleyicide değil bozulma, yavaşlama emaresi bile görülmüyordu. Yoksa üç senenin sonunda üstelik kimseden yardım almadan bilgisayarıma Türkçe ses sentezleyici kurmayı başarmış mıydım? Bunu test etmek için denetim masasındaki konuşma tanıma bölümünü kontrol ettiğimde çok ilginç ve bir o kadar da beni hem şaşırtan, hem sevindiren bir durumla karşılaştım. Benim kurduğum ses sentezleyicisi her zamanki gibi çoktan bozulmuştu. Jaws’ın Türkçe konuşmasını sağlayan benim önceden kurduğum, kullanmayı beceremeyince kaldırmak zorunda kaldığım windowayzın Türkçe demo sürümüyle beraber gelen ücretsiz Aylin sesiydi. Bu onca uğraşmanın sonunda ücretsiz bir Türkçe ses sentezleyicisine sahip olduğum anlamına geliyordu.
Liseyi bitirip memuriyete atanır atanmaz kendime bir geveze gül lisansı satın aldım. Ve memuriyetimin birinci senesinde hayatıma giren iPhone, dahili ekran okuyucusu voice over'la birçok derdime derman oldu. Gerek geveze lisansını, gerek iPhone’u satın alabilmemde memuriyetle beraber gelen maddi imkânlardan ziyade memuriyetten sonra sahip olduğum internet bağlantısı daha çok etkili oldu.
Bu yazıyı fazla uzattığımın farkındayım. Ama bilgisayarı kendi yaşanmışlığım üzerinden kaleme alan bir yazı ne kadar kısa olabilirdi bilmiyorum. Ben sadece bir kör olarak kendi yaşanmışlığım üzerinden bilgisayarı kronolojik bir sıraya göre anlatmaya çalıştım. Tüm bu olanların ardından şimdi düşünüyorum da acaba bir şeyler zamanında yerine konmuş olsaydı bu süreç yine de bu kadar sancılı mı işlerdi? Mesela tıpkı günümüzdeki iPhone’larda olduğu gibi kullandığım işletim sisteminin erişilebilir bir ekran okuyucusu olsaydı. Ya da şimdi Windows 10 işletim sisteminde olduğu gibi o gün kullandığım versiyonda da Jaws’ı ve NVDAyı destekleyen Tolga benzeri dâhili bir Türkçe ses bulunsaydı. Bir kör olarak okulumda, köyümde erişilebilir ve sürekli bir internet bağlantısına sahip olsaydım. Ya da ön yargılı davranılmayıp benim bilgisayarı tek başıma derneğe götürmeme izin verilseydi. Acaba işler nasıl yürürdü? Şöyle olsaydı böyle olmazdı, gibi düşüncelerin insana sıkıntı vermekten başka bir işe yaramadığının farkındayım. Ancak kullandığım işletim sisteminde erişilebilir bir ekran okuyucu bulunmadığı için her biri diğerinden pahalı yardımcı yazılımlara ihtiyaç duymak, o yazılımların da en azından o günkü şartlarda Türkçe ses destekleri bulunmadığı için başka bir Türkçe ses sentezleyici kurmak zorunda kalmak, bu yazılımlar son derece pahalı oldukları ve o günlerde düzenli bir internet erişimine sahip olmadığım için o yazılımları lisanslı kullanamamak, tek başıma çıkmama izin verilmediği için bilgisayarı zamanında tamire götürememek...
Hepimiz bir düşünsek birkaç küçük düzenleme ile yaşamaya mahkûm olmadığımız o kadar çok şey var ki. Galiba emek olmadan yemek olmaz sözünde olduğu gibi bazı şeylerin acısı çekilmeden tadına varılamıyor; kıymeti pek iyi anlaşılamıyor. Üstelik bizimkisi büyük bir kayayı her gün bir dağın doruğuna çıkarmak kabilinden boş bir çaba da değil. Biz de her insan gibi hayatı yaşamaya, kabiliyetimiz nispetinde bu hayata bir şeyler katmaya çalışıyoruz. Hepsi o kadar. Bu yüzden buz dağını hohlayarak eritmek kabilinden bir çabayla erişilebilirliğin doruğuna çıkarmaya çalıştığımız kayamız bir gün ansızın taa en dibe yuvarlansa bile bizim için değişen bir şey olmamalı. Hem ne demiş bir düşünür:
Gideceğiniz yolda karşınıza engeller çıkmıyorsa o yol sizi hiçbir yere götürmüyor demektir.