Toplam Okunma 0

Bu sayımızda iğneyi başkasına batırırken çuvaldızı da kendime batıracağım. Yok, tam tersi miydi? İğneyi kendimize çuvaldızı mı başkasına batırıyorduk? Bu sözün doğrusunu hep karıştırırım. Çuvaldız nedir her şeyden önce? Bilmiyorum. En iyisi iğneyi çuvaldıza, ve âlemlerin tarafıma tepki olarak yaratıldığı ben, kendimi başkasına batırayım.

Platon'un idealar ve nesneler âlemi gibi, onun da birbirinden kesin olarak ayırdığı âlemlerden biri olan görenler âleminde, görmeden ve fakat görür gibi yaşama gayretine girdiği şuursuz bir gündü. İnsanın kendi gibi olması mı daha zor, yoksa kendi gibi olmaması mı karar veremiyordu bazen. Bastonu çantaya gizlemek kadar kolay değildi, görmeyen kimliğini yok saymak. Ama denenip çabalanacaktı yine.

Buluşma yerine vaktinden önce gitti. Bayağı bir önce. Çünkü beş dakika önceden gitse buluşulacak kişi de biraz erken gelmiş olsa karşılaşma anı kontrolünden çıkabilirdi. Bu nedenle mümkün olduğunca erken gitti ve uygun bir masaya yerleşti. Karşı taraf önce gelmiş olursa kalabalığın arasında onu bulmaya çalışmak sorun olabilirdi.

 Masaya oturduğunda beklenen kişinin gelmesi muhtemel yöne doğru bakmaması gerektiğini kendine hatırlattı: zira onu uzaktan fark edemeyecekti. Ona doğru yaklaşırken gülümseyen kişiye donuk bir yüzle ve anlamsızca bakmış olacaktı.  Ya da yaklaşan bir kişi fark edip "Belki budur" diyerek gülümseyecekti ancak beklenen kişi o olmayabilirdi, bu yüzden de gelip geçen herkese davetkârca gülümseyen kişi durumuna düşebilirdi. Bu nedenle beklenen kişi gelip onu bulana, hatta konuşana veya dokunana dek, alakasız bir şeye kilitlenmeye karar verdi.

Önüne bir kitap açıp ona gömülmek aklından geçtiği anda, çantasında bir kitap bulunmayışından daha önce anımsadığı şey, yıllar önce çevresindekilerle bağı koparmak amacıyla tramvayda çantasından çıkardığı kitabı okuyor gibi yaptığı o gün oldu, rastgele bir sayfa açmış ve yol boyunca birkaç dakikada bir sayfaları çevirerek kendisince gayet iyi bir performans sergilediğini düşünmüştü, ineceği durağa yaklaştığında fark etmişti kitabı ters tutmakta olduğunu, hemen çevresindeki yüzlere bakmış ve onlara gözleriyle, "Ne var belki tersten okuyorum, özel bir yeteneğim var belki, belki tarzım böyle, size ne yani, Allah Allah." demişti. Bu aptalca hareketinde o akşam aldığı hatırı sayılır miktardaki alkolün etkisi de büyüktü gerçi ama yine de benzer saçmalıklara girmek istemiyordu. Hatırladığı bu anı onu gülümsetirken garson geldi. Garsona arkadaşını beklediğini ve o gelince sipariş vereceğini söyledi. Arkadaşın gelmesine yaklaşık yarım saat vardı ama o geldiğinde o kadar da erken geldiğinin belli olmasını istemiyordu. Ne öyle hevesli gibi saatler öncesinden gelmiş mi olsun? En fazla on dakika önce gelmiş olmalı. Neden bu kadar erken geldiğini sorunca ne diyecek? "Yok, ben akşamdan geldim yer tuttum bize" mi? Bilmemnerde işim vardı da erken bitti falan dese, bir iş uydurulacak yalanlar yalanlar birbirini kovalayacak. Daha az tuhaf olmamakla beraber, sıradanlaşmış olan cep telefonuna gelen iletileri kontrol etme işine başladı. E-postalarından başladı. Yeni ve okunmamış bir posta yok ama belki bakarken bir şey değişir diye açtı gene de. Bir süre oyalandı: "Gezinme menüsü, her şey, ara, her şey, ara, gezinme menüsü, her şey..."

Bu arada masanın dibine kadar gelmiş birini hissetti ama kaldırmadı başını telefondan. Beklenen kişi omzuna dokundu: "Dalmışsın"

"Ha! Evet ya, hoş geldin."

Beklenen kişinin ikinci cümlesi: "Erken gelmişsin."

İçinden: "Evet ben de bunu duymak istiyordum" dedi, "Yok az önce geldim ben de" deyip içinden devam etti: "Yalnız sen ne öyle, 'dalmışsın, erken gelmişsin' falan? Tespit memuru musun sen?"

Neyse şimdi gerilmeye gerek yok, ilk aşamayı halletti, dalgın ve tutuk bir görüntü vermiş olma pahasına da olsa. Çaylar söylendi, sigaralar yakıldı. Masada küllük var mı ki? Çok şükür ki arkadaşın elinde de yanan bir sigara var ve onun elini takip ederek küllüğün yerini bulabilir. Konuşurken iki oldu kaçırıyor yalnız. Adam da o kadar hızlı ve basit bir hareketle atıyor ki sigaranın külünü takip edemiyor bir türlü, insan biraz yavaş hareket eder. Mecburen iş başa düşüyor, eliyle çaktırmadan masayı yoklamalı. Kendi çay bardağını sağa sola oynatıyor önce, sonra elini attığı yerde şekerlik çıkıyor karşısına, dokunur dokunmaz anlıyor ama yine de kapağı açıp kapatıyor şöyle bir, sonra kürdanlara gidiyor eli onlarla oynuyor bir süre, öyle konuşurken ne yaptığının farkında değilmiş gibi, sonra tam buldum derken parmaklarının ucunda kendisine doğru yaklaştırdığı şeyin karşısındakinin çay tabağı olduğunu anlayıp geri itiyor, masanın kenarında emaneten duran menüyü de devirince sona eriyor "masamızdaki objeleri tanıyalım" köşesi. Tam içinden: "Nerde bu ... küllüğü" diye küfür ederken parmaklarının ucunda hissediyor onu. Nerden çıktı bu, hep burada mıydı, anlam veremiyor, onu bir daha kaybetmeyi göze alamadığı için bir elinin ucuyla tutuyor küllüğü sigarası bitene kadar.

Evden çıkmadan da kırk kere girmişti ama tuvaleti geldi yine, dalgın ve rahatsız hareketlerle tuvaletlerin olduğu yere doğru ilerliyor, yan yana iki kapı, hangisinin kadın tuvaleti olduğunu anlamak için başlıyor kapının ardından çıkacak ya da kapılardan birinden girecek herhangi bir cinsin mensubunu beklemeye. Her zaman şansla ilerlemiyor işler. Koca mekânda kendisinden başka tuvaletle ilgilenen kimse yok mu? Evet, yok gibi duruyor. On beş dakika boyunca kimse tuvalete gitmedi diyelim, ne olacak? On beş dakika mı bekleyecek? O halde buradan ne sonuç çıkarmalıyız? Bundan sonra daha kalabalık, insan yoğunluğu olan yerler tercih edilmeli.

Yoruluyor beklerken, beklemekten değil ama. Sürekli planlamak zorunda olmaktan, sürekli ait olmadığı rollere girmekten, kendi olamamaktan... "Ne için?" diyor kendi kendine, "Oyunlar, hikâyeler ne için?"

Ani bir kararla en yakındaki kişiye sesleniyor: "Afedersiniz, ben görmüyorum da hangisi kadın tuvaleti acaba?" Hızlı bir yanıt geliyor: "Sağınızdaki" Bu kadar basit işte. Tuvaletten çıkarken çantasından bastonu da çıkarıyor, hiçbir masanın köşesine çarpmadan, kimseye omuz atmadan ve içinden geldiği hızda yürüyerek geliyor masasına. Yüzü gülümsüyor, üzerinden tonlarca ağırlığında yük kalkmış gibi.

İki parmağının ucuyla tık tık vuruyor masaya: "Küllüğü buraya uzatabilir misin acaba?" ve her şeyden habersiz olan küllük parmaklarının ucunda. Sadece sohbete konsantre oluyor, karşılıklı hem anlatıyor hem gülüyorlar, bir ara gözünden yaşlar geliyor gülmekten, hemen soruyor: "Masada peçete var mı, bir tane verebilir misin bana?"

"Hayat" diyor, "Yaşarken çırpındığın değil, akıp giden bir şey olmalı."

"Senden çok hoşlandım" diyor adam.

"Ben de" diyor. "Ben de kendimden çok hoşlandım"

Açıklama yapar gibi devam ediyor hemen: "Ben, genelde dalgın biri değilim, yorgun ya da uykusuz değilim, umursamaz değilim, kaba değilim, tuhaf ve anlaşılmaz değilim, aptal hiç değilim" Bunlar gibi görünmek pahasına bazen kendimi gizlediğim oldu. Kendimi buldum ve sevdim; ben, ben olanım; deli değilim ben".

Karşılıklı gülümsediler. Beyaz bastonunu havaya kaldırıp: "Gölgelerin gücü adına! Güç bende artık!" diye haykırmak geldi içinden.

Az önce "Deli değilim" mi demişti?


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.