İş yerinde, okulda, sokakta, hastanede, bankada, noterde, devlet DAİRElerinde özürlülerin sık sık yüz yüze geldiği olumsuz önyargılar,  ayrımcı yaklaşımlar, kronikleşmiş duyarsızlıklar, küçümseyici bakışlar neden bir türlü bitmiyor, neden BİR TÜRLÜ ortadan kaldırılamıyor? Radyolarda, televizyonlarda, yapılan bunca programlara, gazetelerde, kitaplarda, dergilerde yazılan bunca yazılara, düzenlenen toplantılara, konferanslara, seminerlere rağmen neden fazla bir şey değişmiyor?, Neden ayrımcılık bir kene gibi ensemize yapışmış, en masum umutlarımızı, en güzel hayallerimizi emip duruyor?

Bunun kökeni binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Tarih boyunca özürlüler sadece sosyal ve ekonomik nedenlerle değil özürlü kimliklerinden dolayı da ayrımcılığa uğrayan, dışlanan, ezilen bir kesim olmuşlardır.  Geçmişten bugüne önyargı, ayrımcılık, istismar, dışlanma, bir köle, bir eğlence aracı gibi kullanılma, yoksulluğa, açlığa, ölüme terk edilme özürlülere reva görülen insanlık dışı çirkin muamelelerin başında gelmekteydi. Toplumsal bilince kazınmış olan bu pas tutmuş bilinç kirliliğinin temizlenip arındırılması uzun soluklu, kararlı ve de örgütlü bir mücadeleyi gerektirmektedir. Bugünden yarına çözülebilecek basit bir sorun değildir. Tarih içinde sosyal ve kültürel birikimler, ahlaki ve insani değerler nesilden nesile miras kalarak bir devamlılık gösterir.

Ünlü bilim adamı Aynştayn önyargıları parçalamak bir atomu parçalamaktan daha zordur diyerek kararlı mücadelenin önemine işaret etmektedir. Çünkü önyargılar kişinin aklını, vicdanını ve iradesini uzun süreli olarak tutsak alan kalıcı bir etkiye sahiptir.

Okullarda okuduğumuz tarih kitaplarında zencilerin, kadınların, Yahudilerin, birçok etnik ve dinsel grupların toplumda uğradıkları ayrımcı tutumlardan uzun uzun söz edilirken insanlık tarihinin tanık olduğu en acımasız ve en uzun süreli ayrımcılığa maruz kalan özürlülerden hemen hemen hiç söz edilmemesi oldukça düşündürücüdür.  Aşağıda kısaca değineceğimiz olaylar tarihte özürlülerle ilgili nasıl koyu bir hurafenin topluma egemen olduğunu, nasıl akıl dışı ve acımasız yöntemlerle yaşam haklarının hiçe sayıldığını göstermektedir.

Bilindiği gibi eski toplumlarda özürlülük, bir kötülüğün işaretiydi. İşlenen bir günahın bedeliydi. Tanrı tarafından günahkâr insanlara verilmiş olan bir cezaydı. 16’ncı, 17’nci yüzyıla kadar dinsel hurafelerin etkisiyle cadıların, şeytanların, kötü ruhların, özürlülüğe neden olan gizli güçler olduğuna inanılırdı.

Kaynak: The Politics of the Disability Rights Movements, By Ravi Malhotra, 2001. (

1483-1546 yılları arasında yaşamış olan Alman din adamı Martin Luther, şeytanın reenkarnasyon yoluyla yeni doğan bir bebeğin bedenine girmesi sonucu onun özürlü hale gelmesine yol açtığını, bu nedenle özürlü doğan bir bebeğin öldürülmesinin de caiz sayılacağını savunmuştur..

Bu insanlık dışı yaklaşımlar ve uygulamalar maalesef bazı filozofların, Hıristiyan din adamlarının, siyasetçilerin akıl almaz tezleriyle de desteklenerek 19’uncu ve 20’nci yüzyıla kadar devam etmiştir.

Aristo tarafından ortaya atılan Varlıklar Zinciri teorisine göre, canlılar bir hiyerarşik sıralama içinde yer almaktaydı. Buna göre En tepede Tanrı, en altta şeytan, arada kalan bölümde meleklere, hayvanlara, insanlara kadar bütün canlılar belli bir değer sinsilesi çerçevesinde bu zincirde sıralanıyordu. Özürlüler İSE bu sıralamanın en altlarında yer alıyordu. Kaynak: Disabled people and discrimination, A GLOBAL OVERVIEW, by Elly Macha

Ispartalılar döneminde toplumun fiziksel yönden güçlü, zihinsel yönden sağlam olması gerektiği düşüncesiyle özürlüler ölmeleri için dağ eteklerine bırakılır veya kuyulara atılırlardı. Daha insaflı toplumlarda ise, özürlüler bir köle gibi gemilerde kürek çektirilir veya gemi mutfaklarında çalıştırılırlar, Erkek özürlüler dilenci, kadın özürlüler fahişe olarak kulanılırlardı.

Eski yunan ve roma’da zihinsel özürlüler, sirke benzer bir meydanda tıpkı bir hayvan gibi garip hareketler yaptırılmak suretiyle bir eğlence aracı olarak kullanılır, bunun karşılığında ise ailelerine belli bir ücret ödenirdi. İşitme özürlü doğan çocuklar aileleri için bir yük olarak görüldüğünden üç yaşına kadar öldürülmelerine izin verilirdi.

1531’de İngiltere’de sekizince Henry döneminde özürlülerin ayrı bir bölgede toplanmasını öngören bir yasa çıkarılmıştı.

 

            Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere, özürlülerin aile için, toplum için, ülke için yük sayılan işe yaramaz asalak bir yaratık oldukları, yaşam hakkı bile olmayan ikinci sınıf bir insan, sıradan bir canlı olarak görülmeleri konusunda eski dönemlerde din adamları, bilim adamları, devlet yöneticileri tam bir görüş birliği içindedirler. Düzeyleri, biçimleri dönemin ekonomik, sosyal ve kültürel koşullarına bağlı olarak bazı farklılıklar gösteriyor olsa da aslında bu görüş birliği günümüzde de belli ölçüde devam etmektedir.

Tarih boyunca özürlülerin maruz kaldığı akıl almaz olumsuzluklar, kötü muameleler saymakla bitmeyecek kadar çoktur.

 Aztek imparatorluğunda özürlüler bir hayvan gibi düşünülerek, tanrılar için kurban edilebiliyorlardı. Amerika’nın keşfinden önceki dönemde kurulmuş olan İnka imparatorluğunda ise, özürlüler yeteneklerine uygun yapabilecekleri işlerde çalışmak, evlenmek gibi belli bazı haklara sahiptiler. Ancak özürlü bir kişi sadece kendi gibi özürlü biriyle evlenebiliyordu. Bir özürlünün özürlü olmayan kişiyle evlenmesi yasaktı.

 Amerika Birleşik Devletlerinde kolonilerin olduğu dönemlerde ekonomik yönden toplum için yük olmasınlar diye özürlülerin bazı köylere, şehirlere ve kolonilere girmesine izin verilmiyordu. O dönemde özürlüler köylerden şehirlerden toplanıp trenlere, arabalara doldurularak toplumdan soyutlanmış bölgelerde oluşturulan merkezlere götürülüyorlardı. Sadece bakımını üstlenebilecek bir aile bulabilen özürlülere diğer insanların yaşadığı şehirlerde yaşama izni veriliyordu. 1907 yılında Amerika Birleşik Devletlerinin İndiana eyaletinde zihinsel özürlülerin ve bazı suçluların kısırlaştırılmasını öngören bir yasa kabul EDİLMİŞ ve  Bunu diğer eyaletler İZLEMİŞTİ. 1907 ile 1939 yılları arasında 29 eyalette bu amaçla 30 bin insanın kısırlaştırıldığı belirtilmektedir.

Kaynak: Disability Culture Timeline, (DISABİLİTİY KALÇIR TAYMLAYN)

vep adRESİ www.chairgrrl.com/DisabilityTimeline/index.htm

            Tarih içinde özürlülere yönelik, dinsel hurafeler ve kötü muameleler incelendiğinde Hıristiyan dünyasının İslam dünyasına göre çok daha olumsuz bir sicile sahip olduğu görülecektir. Yukarıda örneğini okuduğunuz Hıristiyan din adamı Martin Luther’in özürlü doğan bir bebeğe ilişkin ileri sürdüğü iddiaya benzer bir iddia hiçbir Müslüman din adamı tarafından ileri sürülmemiştir. Özürlüye bakış açısı yönünden iki din arasındaki Bu bariz farklılık yabancı kaynaklarca da doğrulanmaktadır.

Kaynak: History of Discrimination Against Disabled Persons - By John "Jackie" Barrett.

Darvin’in 1859’da yayınlanan türlerin kökeni adlı kitabında savunmuş olduğu, doğal seleksiyon yoluyla koşullara uyum sağlayamayan doğadaki zayıf canlıların zamanla yok olacağına ilişkin evrim teorisini kendi amaçlarına göre yorumlayan sosyal darvinizm taraftarları özürlülerin de böyle bir doğal seleksiyona tâbi olacaklarını savunuyorlardı.

Almanya’da 1933’de iktidara gelen Hitler’in felsefesine göre ise; özürlüler için yapılan bütün yatırımlar, bütün hizmetler gereksizdi. Üstün bir Alman ırkının yaratılması için toplumda hiç bir özürlü kalmamalıydı. Hitler’in insanlık dışı bir anlayışla uyguladığı temizlik programı çerçevesinde 1940 yılında 250 bin psikiyatrik hastanın ve özürlünün öldürülmesi, tarihe kara bir leke olarak geçmiştir.

 

Kaynak: The Politics of the Disability Rights Movements, by Ravi Malhotra

The history of disability. By Gary Karp.)

Özürlü insan sayısının hızla artmasına  yol açan en büyük felaketlerin başında savaş gelmektedir.

Milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan Birinci ve ikinci dünya savaşları  yine milyonlarca insanın sakat kalmasına neden olmuştur. Hitler müzesindeki kayıtlara göre İkinci dünya savaşında ölen insan sayısı 56 milyon 126 bin 256’dır.

Kaynak: vep adresi www.hitler.org

Birinci dünya savaşında ise çeşitli kaynakların verdiği bilgilere göre en az 15 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Her iki dünya savaşında ölen insan sayısı 70 milyonu aştığına gore, en az bunun iki-üç katı sayıda insanın da sakat kaldığını düşünmek bir abartı değildir. Çeşitli ülkelerde meydana gelen işgaller, ihtilaller sırasında işkenceler, suikastler, terör olayları yüzünden sakat kalan insanları da bu SAYIYA ilave edecek olursak özürlülerin karşı karşıya bulunduğu sorunların vahameti ve sorumluluklarımızın büyüklüğü çok daha iyi anlaşılacaktır..

Yakın ve eski tarihlerdeki bütün teorik ve pratik yaklaşımlar göstermiştir ki,  özürlülerin binlerce yıllık tarihi; zulüm, ızdırap, açlık, yoksulluk, sefalet, haksızlık, eşitsizlik, sömürü, istismar gibi acıyı, karanlığı ve kâbusu hatırlatan sayısız kötü örneklerle doludur. Bu nedenle özürlüler her dönemde toplumun en talihsiz, en ezilmiş, en horlanmış, en mağdur edilmiş kesimini oluşturmuşlardır.

            Özürlü sorunlarına ilişkin ilk toplumsal farkındalık birinci ve ikinci dünya savaşları sonunda ortaya çıkmaya başlamıştır. Savaş gazilerinin sayısının milyonları bulmasıyla bu kadar sayıdaki özürlü gazilerin yeniden toplumsal yaşama uyumlarını sağlamak bir zorunluluk haline gelmişti. Bu nedenle özürlü gaziler için  rehabilitasyon merkezleri açılmış, mesleki beceriler kazandırılmış, işverenler için özürlü çalıştırma kotaları uygulanmıştır.

Kaynak. A Brief History of Disability by Mr. Jim Casey (

Özürlü hakları kavramının çağdaş yaklaşımlar doğrultusunda resmi sözleşme ve bildirilere girebilmesi ancak 1970’li yıllardan itibaren gerçekleşebilmiştir.

Zihinsel Özürlü Hakları Bildirisi, (1971) sakat Hakları Bildirisi, (1975) Özürlülerin İstihtamı ve Rehabilitasyonu Hakkında 159 Sayılı Ilo Sözleşmesi, (1983) Özürlüler için Fırsat Eşitliğine İlişkin Standart Kurallar, (1993) Viyana Bildirisi, (1993) Kopenhak Bildirisi Ve Çalışma Programı, (1995) Pekin Özürlü Kadınlar Bildirisi, (1995) Avrupa Özürlü Kadınlar Bildirisi, (1997) Pekin Özürlü Haklar Bildirisi, (2000) Madrid Bildirisi, (2002).

Birleşmiş Milletler Özürlü Hakları Sözleşmesi, (13 Aralık 2006).

Bu sözleşme ve bildiriler, özürlü haklarının korunup geliştirilmesi mücadelesinde önemli kilometre taşlarıdır.

             1981 yılı özürlü hakları açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Birleşmiş Milletler tarafından dünya Özürlüler yılı ilan edilen 1981 yılı nedeniyle özürlüler için on yıllık dünya eylem planı adı altında geniş kapsamlı bir çalışma planı hazırlanarak üye ülkelerin bu planı hayata geçirmeleri tavsiye edilmiştir. Bu yeni süreçte yeterli boyutlarda olmasa da gerek dünyada gerekse ülkemizde özürlü hakları konusunda önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Sadece yirminci yüzyılın ilk yarısında özürlülerin karşı karşıya bulunduğu olumsuz durumu göz önüne alsak bile elde edilen kazanımların ne kadar önemli olduğu görülecektir.

1980’li yılların ortalarına kadar ülkemizde özürlü hareketi demokratik baskı grubu olma özelliğine sahip değildi. Özürlü haklarına ilişkin 1960’lı ve 70’li yıllardaki kıpırdanmalar geçici bazı küçük eylem ve etkinliklerle sınırlı kalmıştı. Dernek, vakıf şeklindeki özürlü sivil toplum örgütleri varlıklı yardım sever kişilerin himayeci anlayışlarıyla yönetilen belli sayıdaki insanların oluşturduğu örgütlerden ibaretti. Özürlüler bu örgütlerin ne yönetiminde, ne de denetiminde etkin bir role sahiptiler. Ancak bu anlayış 1980’li yılların ortalarından itibaren  değişmeye başladı. Bu değişim özürlü hakları alanında giderek önemli bir sıçramanın gerçekleşmesine kalıcı bir zemin hazırladı. Özürlülerin daha önce hiç telaffuz edilmeyen hakları dile getirilmeye, yazılı bildiriler, basın açıklamaları yayınlanmaya, demokratik platformlar oluşturulmaya, hak alma eylemleri düzenlenmeye başlandı.

Bütün bu ve diğer toplumsal dinamiklerin de etkisiyle  önce 1997 yılında, daha sonra 2005 yılında olmak üzere ülkemizde kapsamlı ve bütünlüklü sayılabilecek önemli yasal düzenlemeler gerçekleştirildi. özürlülere yönelik negatif ayrımcılığı suç sayan, cezai yaptırımlar öngören hükümlerin yasalara girmesi sağlandı.

Bu dönem içerisinde diğer ülkelerde de benzer yasal düzenlemeler yapılmıştır. bu ülkelerden bazılarını  ve yasal düzenlemelerin yapıldığı tarihleri şu şekilde sıralayabiliriz:

            Almanya’ 1986, Japonya’ 1987, ABD 1990, Çin Halk Cumhuriyeti’ 1990, Fransa’ 1991’de, Avusturalya 1992, Etopya 1993, Şili 1994, İngiltere 1995, Hindistan’ 1996, , Macaristan’ 1998.

Şimdi sıra yapılan bu yasal düzenlemelerin kâğıt üzerinde kalmaması, hayata geçirilmesi için uzun soluklu, kararlı bir mücadeleye gelmiştir. Yasal düzenlemeler özürlü hakları için bir sonuç değil sadece bir başlangıçtır. Yasalar değişse de kafalar değişmediği sürece özlenen hedeflerin gerçekleşmesi mümkün değildir. Örneğin 5378 sayılı Özürlüler yasasının yürürlüğe girmesi üzerinden 6 yıldan fazla bir süre geçti. Ancak yaşanan sorunlar istenen düzeyde çözülemedi. Belirlenen hedeflerin gerçekleşebilmesi için tek başına yasa çıkarmanın yeterli olmadığı anlaşılmıştır. Çıkarılan bir yasanın hayata geçirilmesini sağlayacak toplumsal bilinç, bireysel duyarlılık, kurumsal yeterlilik yoksa veya eksikse o yasanın kâğıt üzerinde kalması kaçınılmazdır. Nitekim ülkemizde de durum aynen böyle olmuştur.

Bunun en somut kanıtı yapılan yasal düzenlemeye,yayınlanan yönetmeliklere, verilen sürelere rağmen yolların, kaldırımların, binaların, toplu ulaşım hizmetlerinin, kentsel yaşam alanlarının özürlülerin durumuna uygun standartlara kavuşturulması konusunda sevindirici bir ilerleme sağlanamayışıdır.

Diğer taraftan eşitlik duygusunun içselleştirilemediği bir toplumda Özürlü bir insan bunca zorlukları aşarak ne kadar bilgili ve deneyimli, ne kadar üretken ve yaratıcı niteliklere sahip olursa olsun yerleşik önyargılar yüzünden toplumun gözünde ve yaşam pratiğinde maalesef yine de acınacak, zavallı, çaresiz, ikinci sınıf bir vatandaş konumunun dışında bir konuma sahip olmayı başaramaz. Kaderci, dışlayıcı, damgalayıcı düşüncelerin paslanmış dikenli telleriyle soyutlanmaktan, çıkarcı, istismarcı, soyguncu odakların iştahını kabartan bir meta olarak görülmekten kurtulamaz. Bu durumun en büyük sorumlusu sosyal devlet ilkesini tasfiye etmek suretiyle özürlüyü yalnız ve savunmasız bırakarak bu gibi çevrelerin sömürüye dayanan göstermelik yardımlarına muhtaç bırakan egemen güçlerin çarpık anlayışlarıdır. Özürlüler  için yapılanların temel bir insan hakkı olarak değil varlıklı kişilerin vicdanlarını rahatlatan bir lütuf olarak görülmesi de sosyal devlet ilkesinin ihmal edilmesi yüzündendir.

Özürlünün temel hedefinin; kendine yeterli ve üretken birey olarak yetişmek, mesleki bilgi ve beceriler kazanarak güçlenmek,, başkalarına bağımlı olmaktan kurtularak özgürleşmek olduğunu kavrayamayan kimseler daha çok  sosyal, ekonomik, ve siyasal alanlarda sağlamaları gereken tam katılım ve fırsat eşitliği olanaklarının yaygınlaştırılmasıyla değil, kurmaları gereken hizmet tesislerinin nitelikleriyle, yapmaları gereken düzgün yollarla, kaldırımlarla değil, sadece dağıttıkları para ve erzak yardımlarının büyüklüğüyle, verdikleri tekerlekli sandalye sayılarının fazlalığıyla, topladıkları bağış miktarlarının çokluğuyla övünürler.

Toplumun  çoğu kesimince itibar gören yanlış anlayışlardan biri de, özürlü sorununun siyaset üstü olduğu veya olması gerektiği görüşüdür. Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Her sorun siyasetin konusu oluyor da özürlü sorunu neden olmasın. Platon’a göre toplum insan vücuduna benzer. Nasıl vücudumuzda her organın bir görevi varsa toplumdaki organların da belli görevleri vardır. Demek ki, siyaset kurumu da bu organlardan biridir. Siyasetin temel görevi toplumun sorunlarına doğru çözümler üretmek olduğuna göre özürlü sorununun da bu kapsamda düşünülmesi gerekir. Yanlış siyaset yanlış çözümü, doğru siyaset ise doğru çözümü üretir. Özürlü sorununun siyaset üstü olması gerektiğini savunmak yerine sorunun doğru bir siyasetle ele alınmasını savunmak daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Siyasetin toplumsal rolünü ve işlevini kavrayamayan, çözüm üretmekte yeterli olamayan kişiler genellikle bu tür kolaycı görüşlere sığınırlar. Bir taraftan toplumun her kesiminin siyasete ilgi duymasını ve siyasete katılımını teşvik etmek gerektiğini savunurken diğer taraftan özürlü sorununun siyaset üstü olmasını savunmak bir çelişkidir. Savunulan bu düşünceye göre, siyasi partilerin programlarında, seçim bildirgelerinde, eylem planlarında özürlü sorununa ilişkin hususların da yer almaması  gerekir. Oysa bugün karşı karşıya bulunduğumuz temel eksiklik; siyasi partilerin plan ve programlarında özürlü sorununun hak ettiği kapsamda, ihtiyaca uygun içerikte ve umut yaratan nitelikte yer almıyor olmasıdır.

Özürlünün tarihsel dışlanmışlığının ve ezilmişliğinin yarattığı sorunların çözümü bireyin ve toplumun her yönüyle yeniden inşasına bağlıdır. Bu hedefe ulaşmak ise top yekün bir mücadeleyi gerektirir. Bu mücadelenin bileşenleri toplumun tüm ezilen, sömürülen, dışlanan kesimleridir. Toplumların gerçek kurtuluşu için ortak mücadelenin önemini vurgulayan Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözlerini her zaman kendimize rehber edinmeliyiz: Bir “millet, bir memleket için kurtuluş, esenlik ve başarı istiyorsak bunu yalnız bir kişiden hiçbir zaman istememeliyiz. Umumî kurtuluşu, gene umumî gayret temin eder ve bir millet, bir toplum yalnız bir bireyin gayretiyle bir adım bile atamaz.”

Atatürk’ün bu sözleri bize göstermektedir ki, örgütlenmeden, mücadele etmeden, gerçek kurtuluşa odaklı birlikteliği sağlamadan hiç kimse başarıya ulaşamaz. 

            Güçlü, demokratik ve uygar bir toplum yaratmak istiyorsak hiçbir ayrım gözetmeksizin herkesin haklarına saygı duyan, tüm bireylerin refah ve mutluluğunu amaçlayan, ezenin de ezilenin de olmadığı hakça bir düzeni savunan düşünceyi egemen kılmalıyız.

Özürlüler için kalıcı başarıya, sağlıklı çözüme giden yol güçlü, demokratik bir özürlü hareketini oluşturmaktan,  etkili bir hizmet ve mücadele programını yürütmekten geçmektedir.

27.09.2011