Her zaman olduğu gibi bu sabah yine erkenden uyandım. İçimde yeni bir güne başlamanın sevinci, mutluluğu vardı. Her yeni gün yeni bir başlangıçtır düşüncesiyle hazırlanmaya başladım. Önce kahvaltı yaptım. Kahvaltıda her zaman en severek yediğim şey peynirle domatestir. Hemen hemen her gün yesem de bıkmıyorum. Başka şey yiyebilmem için evde peynir ve domatesin olmaması lâzım. Kahvaltı yaptıktan sonra internetten bazı gazetelerin köşe yazılarını seslendirme programıyla dinlemek üzere bilgisayarı açtım. Kimseyi rahatsız etmemek için kulaklık takarak bir saat kadar çeşitli köşe yazılarını dinledim. Bilgi sayarı kapattıktan sonra duş aldım. Daha sonra elbiselerimi giyindim. Derken evden dışarı çıkmak için tüm hazırlıklar tamamdı. Cep telefonumu, bastonumu, çantamı da alarak ayakkabılarımı giydim. Olumlu duygularla kapıdan çıkıp yeni bir günün yolculuğuna doğru ilk adımlarımı attım.

            Apartman sessizdi. Merdivenlerden inerken sadece ayakkabılarımın çıkardığı sesleri duyuyordum. Dış kapıdan çıkarak sokağa doğru ilerlemeye başladım. O da ne. Tam apartman girişine boydan boya uzun bir otomobil konulmuş. Hem de öyle ortalamışki ne sağından ne de solundan geçiş var. Kendi kendime söylenerek bastonumla sağa doğru bir geçiş bulmak için ilerlemeye başladım. Yan yana Sıralanan otomobiller arasından geçebileceğim kadar bir aralık buldum. Yanımdan geçenlerden birine bu otomobilin plakası ne diye sordum. Dur bakayım diyerek o da plakayı söyledi. Biraz ilerledikten sonra bir kenarda durdum ve trafik denetleme birimini aradım. Telefona çıkan kişiye, bir otomobilin uygunsuz şekilde apartman girişine park ettiğini görme engelli birisi olarak benim çıkışımı engellediğini, bundan şikâyetçi olduğumu anlatmaya çalıştım. Karşımdaki kişi Kaldırımın üzerine mi park etmiş yoksa kaldırımın kenarına mı diye sordu. Ben de kaldırımın kenarına park etmiş, ama apartman girişini kapatmış dedim. Siz Türkiye gerçeklerini bilmiyormusunuz? Otomobiller böyle yol kenarlarına park ediyorlar ona yapacak bir şey yok dedi. Yani bu sorunu çözebilecek bir formül yok mu dedim. Maalesef yok. Siz Türkiye gerçeklerini bilmiyormusunuz diye ezberlemiş gibi aynı sözleri tekrarladı. Gören de sanki otomobillerin kaldırımlara park etmesi önleniyor zannedecek. Nerede o günler. Kaldırımlardaki otomobillere bir şey yapamayan sistem yol kenarına park eden otomobillere ne yapabilir ki. Çaresizlik duygusunun verdiği isyanla telefonu kapatıp yoluma devam ettim.

Caddeden karşıya geçip kaldırıma çıktım. Birkaç adım atmıştım ki, ayakta duran bir adama çarptım. Pardon kusura bakmayın dedim. Hayır siz kusura bakmayın ben piyango bileti satıyorum. Burada tezgâhım var dedi. Neyse ses çıkarmadan yürüdüm. Bu sefer de ayağım bir mantar taşına takıldı. Az kalsın yere kapaklanıyordum. Haydi mantar taşını koydunuz. Bari düzgün bir taş koyun. Taşın şekli adeta insanlar takılıp düşsün diye yapılmış bir tuzak gibi. Ayakkabının burnu taşın altına giriyor ve dengenizi bozuyor. Ben geçen gün engelli olmayan birinin de o taşlardan birine takılarak düşüp omuz kemiğini kırdığını duydum. Bir görme engelli için bu mantar taşları çok daha ciddi bir tehlike arz ediyor ama kimin umurunda. Kime dert anlatabilirsin. Eğilip ayakkabıma baktım, mantar taşına takıldığı için üzeri fena halde çizilmişti. Üzüldüm, sinirlendim, isyan ettim. Ayakkabıyı daha dün yeni almıştım. Yeni aldığım bir ayakkabıyı çizilmeden birgün bile giymek bir türlü nasip olmuyor. İçimden acaba kör bir belediye başkanı olsa kaldırımlardaki bu mantar taşlarını kaldırır mı sorusu geçti. Önce tabiî ki kaldırır diye düşündüm. Ancak daha sonra belediye başkanı seçilirse sürekli makam arabasıyla gezeceği için acaba mantar taşları onun aklına gelir mi diye içime bir kuşku düştü. Zannederim, kendi dışındaki insanların sorunlarını kendi sorunuymuş gibi ciddiye alan toplumsal bir zihniyet değişikliğini ihtiyaç var. Neyse felsefeyi bırakalım da yürüyelim bakalım, başımıza daha neler gelecek?. Elli yüz metre yürüdükten sonra yanıma bir adam yaklaştı. Hafız nereye gidiyorsun? Gidiyorum bir yerlere diye soruyu geçiştirmeye çalıştım. Bak bu kaldırımlar çok bozuk. Otomobiller var, direkler var, çukurlar var. Mantar taşları var. Senin için tehlikeli. Sen neden dışarı çıkıyorsun. Evde otursan daha iyi olmaz mı dedi. Soruya nasıl cevap verilir bilmem. Peki sen neden dışarı çıkıyorsun diye sordum. Ben elektrik parası yatıracağım. Doğal gaz alacağım, alış veriş yapacağım dedi. Peki Benim de aynı ihtiyaçlarım yok mu? ben de elektrik parası yatıracaksam, doğal gaz alacaksam, alış veriş yapacaksam dışarı çıkmam gerekmiyor mu? Sonra sabah akşam evde oturmak doğru bir şey mi? Neden bu kaldırımları düzeltmeyenlere bir şey demiyorsun da bana evde oturmamı tavsiye ediyorsun dedim. Onlara desem de bir şey değişmez diyerek herkes gibi çaresizler kervanına katıldı. Daha sonra göstermiş olduğum tepki karşısında bana yaptığı tavsiyeyi fazla savunamayacağını anlayınca tartışmayı uzatmamak için ben size şaka yaptım, iyi günler diyerek yanımdan uzaklaştı.

Yürümeye devam ettim. Şöyle uzun süre rahatça, hiçbir engele rastlamadan yürümek istiyordum. Elimi kolumu sallaya sallaya ıslık çala çala, düşüne düşüne yürümek istiyordum. Bir türlü mümkün olmuyordu. Buna hakkım yok mu diye düşündüm. Kaldırım öylesine bozuk ki, kimi yeri tümsek, kimi yeri çukur, bazı yerler çökmüş, bazı yerlerde taşlar oynuyor. Bir de şu ağaç diplerine açılmış çukurlar. Yağmur yağıp bu çukurlara su dolmuşsa ayağım çukura girdiği zaman ayakkabımın içi su doluyor ve pantolonum çorabım batıyor.

 Gördüğüm bazı ülkelerde bu ağaç çukurlarının üzerine ızgara koyarak kapatmışlardı. Böylece bir görme engelli yürürken ayağı bu ağaç diplerindeki çukurlara girmiyor.

Kaldırımda yürümeye devam ediyorum. Yanımdan geçenlerin kimisi düz git düz. Kimisi hiç sapmadan dimdirek git. Sağa git, sola git diyerek gerekli olsa da olmasa da uzaktan komutlar vererek güya bana yardımcı olduklarını zannediyor. Bazıları bu komutları öylesine uzatıyor ki, sağınıza da solunuza da başlarım diye bağırmak geliyor içimden ama bağıramıyorum. Çünkü nanköre bak kendisine yardım ediyoruz yaranamıyoruz diyeceklerini düşünüyorum. Çoğu zaman karşımdan gelenler sağı solu kendi duruşlarına göre tarif ediyorlar. Dolayısıyla faydalı olacaklarına zararlı da oluyorlar. O kadar alışmışım ki, onlar sağa deyince ben sola gidiyorum. Onlar sola deyince ben sağa. Bazen doğruyu söyledikleri de oluyor. Böylece iş büsbütün karışıyor.

Bu sırada elimde baston gayet dikkatli kullanarak yürüyordum ki, kafam hızla bir ağaca çarptı. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Bastonu sağa sola sallayarak çarpmış olduğum ağacı aradım. Ağacın gövdesini buldum. Çarpacağım bir nokta da değildi. Sol tarafımda kalıyordu. Elimi yukarı kaldırdığımda ağacın kafamın hizasına kadar eğilmiş olduğunu gördüm. Kafam ağaç eğik olduğu için çarpmıştı. Bu tür durumlarda bastonun hiç bir faydası olmuyor, eğik ağaçlara çarpmak kaçınılmaz hale geliyor. Belediyeler bu tür ağaçları ya yer değiştirerek, yada keserek çözüm bulamazlar mı diye düşündüm. Alnıma elimi götürüp dokundum,. ıslaktı, kanıyordu. Cebimden bir peçete çıkararak üzerine bastırdım. Bir süre tutup bekledikten sonra çektim. Kanama durmuştu. Yoluma devam ettim. En fazla yüz metre yürümüştüm ki, önüme kaldırımı boydan boya kaplamış olan bir otomobil çıktı. Geçebileceğim küçük de olsa bir boşluk bulamazmıyım diye bir sağı yokladım, bir solu yokladım bir santim bile boşluk yoktu. İlerleyebilmem için kaldırımdan aşağı inip yoldan yürümem gerekiyordu. Ama yolda da otomobiller vızır vızır geçiyordu. Çaresiz halimi gören biri, dur ben sizi geçireyim diye kolumdan tutup geçirdi. Şu otomobilin plakasını alıp emniyete şikayet etsem bir faydası olur mu diye düşündüm. Sonra vazgeçtim. Çünkü bugüne kadar bildirdiğim plakaların sayısını ben de unuttum. Değişen hiçbir şey olmuyor, olmuyor. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, hem kurallara uymama hem de uyulmasını sağlayamama konusunda belki de dünya şampiyonu olabiliriz. Tek tek sorulduğunda herkes kurallara uyulmamasından şikâyetçi ama hiç kimse kurallara uymuyor. Şair Nihat Behram’ın dediği gibi “Susan da iki yüzlü konuşan da.”

Bastonun ucunu sürerek kaldırımın sağ kenarındaki duvarı takip ediyorum. Üç beş dakika yürümüştüm ki, karnımın tam ortasına güm diye bir şey çarptı. Sarsılıp durdum. Elimle çarptığım şeye dokundum. yine emniyetin ilgili trafik birimine 5 kez şikâyette bulunduğum motorsiklet karşımda, bana kafa tutan bir engel yığını gibi her zamanki yerine kurulmuş kıpırdamadan durmuyor mu?. Kaldırımı işgalin keyfini süren dokunulmaz bir nesne gibiydi. Çok sinirlendim. Allahın bir motor sikletiyle bile başa çıkamıyoruz. Bu nasıl iştir? Bu nasıl ülkedir. Kaldırımların hiç mi sahibi yok? Kendi kendime konuşuyordum. Bu motor kime ait diye bağırarak seslendim. Bir adam, bize ait diyerek geldi. Arkadaş bu motorun yanlış yere koyuyorsun. Ben seni beş defa emniyete şikâyet ettim. Hâlâ neden motoru buraya koyuyorsun? Polis sana ceza yazmıyor mu dedim. Neden daha uygun başka bir yer bulup park etmiyorsun diye sordum. Başka bir yer yok dedi. Sana ceza yazmıyorlar mı diye tekrar sordum. Polisle anlaştık. Durumu anlattım, bana ceza yazmıyor dedi.

            İçimden bu kahrolası sisteme küfretmek geçti. Kendimi firenledim. Tekrar telefona sarılıp ilgili birime yaşadığım olayı anlattım. Kaldırımda yolumun üzerine sürekli bir motorsikletin park ettiğini, her gün gelip geçerken ona çarptığımı, konuyu beş kez kendilerine ilettiğimi, hiçbir şeyin değişmediğini söyledim. Biz ekip gönderiyoruz ceza yazıyorlar. Her otomobilin, motorsikletin başına bir polis mi koyacağız. Başka ne yapabiliriz dedi karşımdaki donuk memur sesi. Motorsiklet sahibi biz polisle anlaştık, bana ceza yazmıyor diyor dedim.

Olur mu öyle şey türk polisi öyle şey yaparmı, polisle nasıl anlaşırmış diye çıkıştı. Ben söylemiyorum, motorsiklet sahibi söylüyor dedim. Bey efendi şimdi bu soruna bir çözüm bulamayacakmıyız, bir motorsikletin kaldırıma park etmesini önlemek devlet sorunu kadar büyük bir sorunmudur ki bir türlü çözülemiyor dedim.. Bizim bundan başka yapabileceğimiz bir şey yok dedi. Ben de çaresizliğin verdiği moral bozukluğuyla daha fazla sinirlerimi yıpratmamak için telefonu kapattım.

            Beşevler metro istasyonuna doğru ilerlemeye devam ediyorum. Kaldırımdaki,  mantar taşları, demir kazıklar, tabelalar, sarkan ağaç dalları, ağaç çukurları bitmiyor., Sağa sola yalpa yaparak ilerliyorum. Bu arada üzerinde lütfen buraya park etmeyin yazılı beşyüz tane etiket bastırsam, yürüdüğüm yerlerde kaldırıma park eden her otomobile yapıştırsam bir faydası olur mu diye çeşitli formüller geçiyordu kafamdan.

Karşıya geçmem gereken bir noktaya geldim. Buradan kendi başıma geçmem tehlikeli olacağından birinin yardımına ihtiyacım vardı. Yanımdan geçmekte olan birine seslenerek birlikte karşıya geçebilirmiyiz dedim. Geç geç diye uzaktan seslendi. En sinirlendiğim şeylerden biri de bu işte. Kendi başıma geçebilsem sana neden söyleyeyim. Bu çelişkiyi de bir türlü anlayamıyorum. Bazen hiç yardıma ihtiyacım olmadığı halde biri koluma yapışır illa da yardım etmek ister. Tam yardıma ihtiyacım olmuşken bu sefer de uzaktan kumandayla geç geç diye bağırırlar. Bu toplumu nasıl eğiteceğiz bilmiyorum. Sonunda kendi başıma geçmediğimi gören biri kolumdan tuttu. Karşıya geçmek için tam kaldırımdan ayağımı atmıştım ki, bastığım yerde ayağım  dönerek burkuldu ve inanılmaz bir acı hissettim. Yine şu Allahın belası kaldırım kenarlarındaki su oluğuna basmışım. Bereket versin fazla bir şey olmadı. Bundan bir yıl öncede Demirtepe’de böyle bir su oluğuna bastığımı, ayağımın kırıldığını, iki ay yatağa bağlı hale geldiğimi hatırladım ve çok korktum aynı şey olacak diye. Kaldırım kenarlarındaki bu su olukları da kazalara neden olan en tehlikeli tuzaklardan biri. Neyse Karşıya geçtik.

Biraz ilerlemiştim ki, kaldırımın üzerinde oturan birinin ayağına basmışım, bacağıma bir yumruk vurarak Allah belanı versin diye tepki gösterdi. Arkamdan bedduaya benzer bir şeyler daha söylediğini duydum. Dilenci olduğunu anladım. Muhatap olmak istemedim. Aldırmadan yoluma devam ettim. Allah rızası için, Allah ne muradın varsa versin sözlerini duyunca tahminimin doğru olduğunu anladım. Kaldırımlarda yayalardan başka her şeye, herkese yer vardı bu ülkede.

            Yolda yürürken çoğu zaman keşke yardım etmek isteyen biri çıkmasa diye düşünürüm. Bildiğim ortamlarda birinin yardımı olmaksızın kendi başıma yürümek bir görme engelli olarak benim için en büyük mutluluklardan biri. Bunu maalesef toplum anlamıyor. Bilinçsiz yardım yardım değldir. Yardımdan daha çok sıkıntı yaratmaktadır.

Evet ben tam bunları düşünürken arkamdan biri iki eliyle omuzlarımdan tuttu ve bana yardımcı olmak niyetiyle öne doğru iterek yönlendirmeye çalışıyordu. İçimden şuna bir dirsek vurarak ne biçim yardım ediyorsun bey efendi ben el arabasımıyım da öyle tutup itekliyorsun demek geldi. Sonra biraz sinirli bir sesle sağolun yardıma gerek yok ben buraları biliyorum, teşekkür ederim diyerek bir vücut hareketiyle adamı uzaklaştırdım. Aslında bu tür insanlara kaba davranmak da yanlış tabii. Çünkü kötü niyetli olduklarından değil bilgisiz olduklarından böyle yapıyorlar. Ama insan da tek tek hangi birine doğruyu öğreteceğim diye bıkıyor. Keşke onlar da doğruyu öğrenmek için biraz çaba gösterseler. Yazılanlara söylenenlere gazetelerde, radyolarda, televizyonlarda, anlatılanlara biraz kulak verseler.

Bir taraftan kentlerimizdeki fiziksel engeller, bir taraftan bilinçsiz yardımlar insana gününü çekilmez hale getiriyor.

            Nihayet metro istasyonu girişine geldim. Tam merdivenlerden aşağı iniyordum ki, Merdiven var, merdiven var diyerek biri koşarak koluma yapıştı. Kolumu öyle bir sıktırıyordu ki, canım acıdı. sinirlendim Bey efendi kolumu cimcikliyorsunuz, canımı acıtıyorsunuz, bırakın ben kendim inebilirim dedim. Öyle mi ben düşmeyesiniz diye tutmuştum, tamam diyerek bıraktı da rahatça kendi başıma indim. Özellikle erkekler yardım ederken bir görme engelliyi sanki düşecek bir eşyaymış gibi ya kollunu acıtacak kadar sıkıca tutuyorlar, yada ayağını yerden kesecekmiş gibi yukarı kaldırmaya çalışıyorlar. Yine söylüyorum. bilinçsiz yardım, yardım olmuyor, sıkıntıya dönüşüyor. Demek ki, bilinçli bir toplum, engelsiz bir kent yaratmak için daha farklı yöntemler bulup daha çok çalışmak zorundayız.

Şu anda biniş platformunda Tirenin gelmesini bekliyorum. Bazen tren kapılarının açılıp kapanması arasındaki süre beş altı saniyeyi geçmiyor. Eğer kapının karşısına yakın durmamışsam ve yardımcı olacak başka bir yolcu da yoksa kapıyı bulana kadar tren hareket ediyor ve ben treni kaçırabiliyorum. Bu durum bir iki defa başıma geldi. Aslında yaşlının, engellinin, hastanın kapıya yaklaşma süresi dikkate alınarak yeterli bir süre trenin beklemesi gerekiyor. Bunun böyle olması gerektiğini bilmek bu kadar zor mu? Hayret ediyorum. Neyse tesadüfen bu sefer kapının tam karşısına gelmişim. Kapı açılınca içeri girdim. Şurada boş yer var diyen biri kolumdan tutup çekti.  Oturdum. Bu sırada hatırlamak istemediğim eski bir anı aklıma geldi.

Metro istasyonu biniş platformlarında görenler için yapılmış emniyet şeritlerini bir görme engelli ayakla veya bastonla hissedemiyor. Yıllardan beri bundan şikâyetçi olduğumuz halde bir türlü düzeltilmiyor. Bizzat yakından tanıdığım 8-10 görme engelli insan bu eksiklik yüzünden tren raylarına düşerek sakatlanıp yaralandılar. Bunlara ben de dahilim. Geçen yıl Burhanettin Fani ile birlikte Demirtepe istasyonunda raylara düştük. Benim kafam yarıldı. Bereket versin Burhanettin’e bir şey olmadı. Ben savcılığa suç duyurusunda bulundum. Hastaneden aldığım raporu da şikâyet dilekçeme ekledim. Ancak savcılıktan gelen cevap önemli bir bedensel hasar meydana gelmediği için takipsizlik kararı verilmiştir şeklinde geldi. Bu nasıl hukuk? Ben öldükten sonra verilecek cezanın ne anlamı olacak bilmiyorum.

Tren ineceğim durağa gelince inip merdivenleri buldum. İstasyondan çıktım. Gideceğim yere doğru yürüyerek yolculuğuma devam ettim. Sonra neler oldu diyeceksiniz. Bir görme engelli olarak başıma gelenlerin hepsini Anlatsam bir roman olur inanın. Toplumumuzun daha bilinçli, kentlerimizin daha yaşanabilir hale gelmesi için dilerim çok beklemeyiz.

 

Sevgiler

 

Engelsiz Erişim Derneği Twitter Zaman Akışı