Toplam Okunma 0

Körlük nedir? Ayrımcılık nasıl olur? İnsan nasıl dışlanır? İnsanın  emekleri niçin  görmezden gelinir? Kör olmak neden istenilmez? Bu ve incitici birçok sorunun cevabını ve anlamını çalışmaya  başladıktan sonra daha doğrusu çalıştırılmamaya başlanınca anladım veya fark etmeye başladım.
 

Doğuştan görme engelliyim. Ailemde, okulumda hep yanlızdım. Ta ki üniversiteye gidene kadar hiç görme engelli arkadaşım hatta tanıdığım bile olmamıştı. Körlüğü birçok kişi gibi  filmlerden biliyordum. Tabii ki  Hayatımda bir  türlü anlayamadığım birtakım terslikler olduğunu fark ediyordum. Ama onların hepsinin büyüyünce geçeceğini düşünüyordum. Bir büyüseydim; bir işe başlasaydım. O zaman bunların hiçbiri kalmayacaktı. Sebebini bilmiyordum ama böyle düşünüyordum işte. Ailemden, öğretmenlerimden ve tüm masal ve  ata sözleri gibi öğretilerden, “Çalışan kazanır, emek harcayan kıymetli olur.” gibi şeylerle beslendiğim için. Çalıştığım ve emek harcadığım için kendimi değerli hissediyordum.
 

Üniversiteden mezun olmamıza yakın, öğretmen atamaları, merkezi bir sınav ile yapılmaya başlanmıştı. Arkadaşlarımın çoğu gergindi. “Ya sınavı geçemezsek ve atanamazsak.” kaygısını yaşıyorlardı. Neredeyse, o konuda bir tek ben çok rahattım ve onları “Ne olacak canım eğer atanamazsak; bir dershaneye girer çalışırız ya da sözleşmeli öğretmenliğe başvururuz.” gibi  telkinlerle rahatlatmaya çalışıyordum.
 

Mezun olduktan sonra, korkulan başa geldi ve birçoğumuz atanamadık. Ben B planımı devreye sokmuştum. Dershanelere ve ilçe milli eğitim müdürlüklerine başvurulara başlamıştım.  O kaygı duyan arkadaşlarımın birer ikişer dershanelerde öğretmenlik yapmaya başladıklarının haberlerini alıyordum; fakat nedense o kararlı ve özgüvenli ben hâlâ  bir türlü herhangi bir yere yerleşememiştim! Evet artık anlamaya başlıyordum… Ters giden bir  şeyler var. Aynı diplomaya sahip olduğum kişilerle aynı olanakları bulamadığım anda “körlük”  kavramının bütün vasıfların önüne geçen, her şeyi gölgeleyen bir şey olduğunu fark etmeye başladım.
 

Ne yazık ki B planı da işe yaramadı. O zaman  öğretmenlik dışında  başka kulvarlarda şansımı denemeliydim. Neyse ki o dönemlerde engelli istihdam projeleri furyası vardı. Ben de o furya ile özel bir  sektörde işe başladım. İşte dünyanın kaç bucak olduğunu görmem ve anamdan emdiğim sütün burnumdan fitil fitil gelmeye başladığı süreçte böylece başlamış oldu.
 

Neden mi?
O proje, engelli istihdamına yönelik bir projeydi. Şirket için belki de tek amaç, açık engelli kontenjanını kapatmaktı. Böyle bir duruma ne yöneticiler ne de diğer personel alışkın ve hazır değildi. Benim için ise; o proje, iş yaşantısına katılmak için bir araçtı. Maalesef ki önceki deneyimlerimden anladığım kadarıyla, bireysel çabamla herhangi bir sonuç alamamış olduğum gerçeğiydi. Benim için iş yaşantısı ise; para kazanmak dışında, sosyalleşmek için önemli bir ortamdı. İş hayatında kendimi, ailemde ve öğrencilikte olduğu gibi diğer insanlarla eşit bir yerde görüyordum. Eğer mesele çalışmak ve üretmekse bu da temel anlamda zihinsel bir faaliyetse ve görme, duyma vb. sadece o işlerin yapımında bir araç ise ve ben de o aracı başka yöntemlerle çözmenin yolunu bulduysam, daha ne olabilirdi ki?

 

İşte, ben bu noktada yanılmışım. Benim yaşantılarımla vardığım bu sonuca başkalarının ikna olması o kadar kolay olmuyormuş. Çalıştığım iş yerinde iki ayrı bölümde görev aldım. Her ikisinde de yöntemler farklı olsa da, temel anlayış aynıydı; çalışmasam da olur veya eğer çalışmayı çok istiyorsam da bana riski sıfır olan bir iş verilmesi.

 

Demek ki, yöneticiler açısından bakış böyleydi. O zaman iş yine bana düşüyordu. Onları, böyle olmaması gerektiğine ikna etmem gerekiyordu. Bunun için ilk yöntemim yüz yüze iletişim ile kendimi tanıtmak, çözümlerimden bahsetmek, deneyimlerimi paylaşmak gibi yöntemler oldu. Bunun yetersiz olduğunu biliyordum. Bu yüzden de, ufak tefek demeden söylediklerimi somutlaştırmak için, orada yapılan işlere dahil olmaya çalışıyordum. Öyle zamanlar yaşadım ki, ben karşısında konuşurken, başka işlerle meşkul olarak konuşmalarımı dinlemeyen,  beni yok sayan müdürlerim oldu.
 

Yöneticilerimle ilişkilerim mücadele yönünde gelişirken, arkadaşlarımla iyi ilişkiler kurmaya özen gösterdim. Onlardan yapılan işlerin neler olduğunu; kimi zaman onları izleyerek, kimi zaman onlara sorarak öğrendim. Bu süreç içinde yapabileceğim işleri tespit ederek kendim için en doğru olanları yapmaya başladım. İlk zamanlarda kimselerin yapmak istemediği işleri yaparak o ortamda yer edinmeyi sağladım. İyiki de öyle davranmışım. Çünkü bu sayede, benim yöneticilerime anlatmaya çalıştığım ve onların kulak tıkadığı birçok şeyi arkadaşlarımdan duymaya başladılar ve yavaş yavaş yapabildiğime ikna oldular.
 

Yeri geldiğinde, resmi yazışmalarla da kendimi ifade etmekten geri durmadım. Bugün gelmiş olduğum nokta ise, yıllardır gelmeye uğraştığım yer; yok yok yanlış anlamayın herhangi bir yöneticilik makamı falan değil. Aslında işe yeni başlayan birinin en fazla iki yılda gelebileceği bir konumdayım. Normal zamanlı bir çalışma düzeni, rahat oturabildiğim bir masa sandalye, en önemlisi belli bir zaman diliminde bitirmem gereken bir iş, yapılmadığı zaman hesabı sorulan, yapıldığı zaman kişi mağduriyetini önleyen, ilgili soru geldiğinde; “Mürşide yapar.” denilen bir işe sahip olmamdır.

 

Dediğim gibi, başlangıç hedefime henüz ulaşabilmiş durumdayım. Rutin kariyer gelişimi için pek umutlu değilim. Yani, emekli olmadan mevcut durumumda bir gelişme olur mu onu pek kestiremiyorum. Ancak kısacası, sekiz yıldır çalıştığım şirketimde son iki yıldır mutlulukla  çalışıyorum.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.